Siberantropos (tıklatın; Siberantropos) konsepti çevresindeki bu siber yazılar dizisinde, sibernetik çağının insanına özgü antropolojik sorunları kurcalamaya devam ediyoruz. Ama bu kez antropos dediğimiz canlı türüne özgü temel bir özelliğe değineceğiz.
Düşleri bile, düş endüstrisince üretilen klişelerle sınırlanma eğilimi gösteren siberantropos’a karşılık; antropos, yani ‘elektronik-şok’a (tıklatın; Reklam-mantık) uğramamış olan insan, doğadan doğrudan aldığı imgeleri, kendi bilinçaltının derinliklerinde bir doğaüstü evrene dönüştürebilecek ölçüde zengin ve karmaşık bir düş alemine sahiptir. Bu alemin dışavurumunu bireysel planda rüyalarda, toplumsal plandaysa büyücül-mitsel oluşumlarda görebiliriz.
2001 sonundan başlayarak 2002 yılının Şubat ayında da sürecek biçimde, sinema salonları, binlerce yıllık büyücülük geleneğinin görkemli biçimde yeniden dirilişine tanık oluyor. Yüzük Kardeşliği ve Harry Potter gibi, global sinema endüstrisinin yalnız ülkemizde değil, tüm dünyada yaklaşık aynı dönemde piyasaya sürdüğü üstünyapım filmler; Hollywood’un kendi büyüleme teknikleri ve klişeleriyle de olsa, antropos’un bu büyücül-mitsel kökenlerine geniş kitlelerin ilgisini çekmeyi başarıyor. |
Bu iki film dolayısıyla, Popüler Tarih dergisi Şubat 2002 sayısında, büyü olgusuna nesnel bir yaklaşım getirmeye çalışan bir dosya yayınlıyor. Ben burada bu dosyaya gönderme yapmakla yetiniyorum (*). Ayrıca, bu dosya için yazdığım yazının, uzunluğu dolayısıyla dergide yayınlanmayan bölümünü, Açık Site’yi izleyenlerin ilgisine sunuyorum:
Karabüyü
Yeryüzünün bunca bölgesindeki yaygınlığına bakarak, büyü uygulamalarının en azından belirli pratik sonuçlar almada başarılı olduğunu kabul etmemiz gerekir.
Amerikalı antropolog Cannon'un aktardığı bir voodoo büyüsü olayı, bu etkiyi ve kaynaklandığı toplumsal süreçleri göstermesi bakımından ilginçtir; Voodoo karabüyüsünün etkisinde olduğunu anlayan kişi, içinde yaşadığı topluluğun geleneklerinin etkisiyle durumunun umutsuzluğuna içtenlikle inanır. Akraba ve dostları da bu kesin kanıyı paylaşırlar. Toplumun dışına itilir, herkes ondan uzaklaşmaya başlar. Artık ona şimdiden ölmüş gibi davranılmakta, üstelik bütün çevresi için de bir tehlike kaynağı olarak görülmektedir. Topluluk her fırsatta ve bütün davranışlarıyla bu zavallı kurbanı adım adım ölüme sürükler. O da kaçınılmaz bulduğu bu yazgıdan kurtulmaya çabalamaz. Zaten kısa bir süre sonra, onu ‘ruhlar ülkesine’gönderecek törenler de başlar. Tüm bunların ve duyduğu yoğun dehşetin ortak etkisiyle, bedensel direnci de toplumsal ve ruhsal kişiliğinin bu çözülüşüne boyun eğecektir.
Bu tür bir büyüye uğrayan bir Avustralya yerlisi de, 1956 yılının Nisan ayında, ölüm döşeğinde, Darwin Hastanesi’ne kaldırılır. Oksijen tüpleri ve serumlar yardımıyla iyileşmeye başlayınca, büyüden kuşku duymak yerine, "beyaz adamın büyüsünün daha etkili olduğu" inancına kapılır. Levi-Strauss’un aktardığı bu örnekten de anlaşılabileceği gibi, büyünün etkili olabilmesi için, yalnız büyücünün değil büyülenen kişinin de buna inanması, her ikisinin de ortak bir mitsel büyücül inanç sistemini paylaşması gerekir. Örnekteki yerlinin düşüncesinde, büyücül sistemin bir alternatifi yoktur. Serumlar ve tıbbi gereçler değil, beyaz adamın büyülü iksirleri ve büyü gereçleri kendi kabile büyücüsününkilere alternatif olabilir ancak.
Büyücü Okulu
Bir Kwaikiutl yerlisi (Vancouver, Kanada) olan Quesalid ise beyaz büyünün sırlarını öğrenip insanlara sağlık ve iyilik getirme amacıyla, bir tür büyücülük okulu (Harry Potter'ınkinin hakikisi) sayılabilecek eğitimine başlar. Ünlü antropolog Franz Boas’ın derlediği özyaşam öyküsünde, ilk derslerinin neler olduğunu şöyle sıralar; ampirik bilgilerin, hokkabazlığın, mim sanatının garip bir karışımıdır bu; bayılmayı ve sinir bunalımını taklit edebilme sanatı, büyü şarkılarının ezberlenmesi, kendini kusturma yöntemi, nabza, yürek atışına, doğuma ilişkin kavramlar, ‘düşgören’lerin, yani özel konuşmaları dinleyip, şunun bunun ağrıları ya da hastalık belirtilerinin kökeni üstüne büyücüye bilgi ileten casusların kullanılması ve en önemlisi, kuzeybatı Pasifik kıyılarından bir şaman topluluğunun ‘ars magna’sı, yani küçük bir kuştüyü tutamını ağzında gizleyip, gerekli anda dilini ısırıp ya da dişetlerini kanatıp, bunu kana bulanmış biçimde tükürerek, hasta ve izleyicilere, hastalığa neden olan nesneyi emerek çıkardığını törensel bir görkemle yutturabilme sanatı...
Görüldüğü gibi büyücülük de diğer zenaatlar gibi bir teknikler bütününden oluşur. Klasik antropolojinin en önemli kilometre taşlarından biri sayılabilecek Frazer, Altın Dal adlı dev yapıtında bu teknikleri iki grupta sınıflandırmaya çalışır. Homeopatik büyü, benzerin benzeri doğuracağı (similia similabus) ilkesine dayanır. ‘Bulaşkan büyü’nün ana ilkesiyse, önceden bir arada olan şeylerin ayrıldıktan sonra da birbirlerini etkilemeyi sürdürecekleri inancıdır. Homeopatik büyü benzerlik, bulaşkan büyü yanyanalık ilkelerine dayalı bilinçaltı süreçlerden güç alır.
Freud'un düşlerin yorumunda başvurduğu iki anahtar kavramla, ‘yoğunlaşma’ ve ‘yer değiştirme’ mekanizmalarıyla çözümlendiklerinde, büyü tekniklerinin insanların bilinçaltında nasıl köklü etkiler yaratabildiği de daha iyi anlaşılacaktır. Her iki durumda da büyücü ve büyü olayına katılanlar, düşlerinde olduğu gibi bilinçdışı öznelliklerini mutlaklaştırırlar; haz ilkesini gerçeklik ilkesinin yerine koyarak, bilinçdışının yasalarının herşeyi çözebileceğine inanırlar. Düşlerde bilinçdışının yasaları, en gizli istekleri haz alınacak biçimde nasıl dönüştürüyorsa, onlar da yaşamın gerçeklerini bu yasalar aracılığıyla kendi istekleri doğrultusunda dönüştürmeye çabalamaktadırlar. Bireysel bilinçaltları arasında simgeler aracılığıyla kurulan bir iletişim ağıyla, ayinsel büyü uygulamalarının etkili olduğu, en azından, birtakım psikolojik ya da psikosomatik değişimlere yol açmayı başarabildiği Levi-Strauss gibi birçok antropolog tarafından kabul görür.
(*) Popüler Tarih dergisi; sayı 18, Şubat 2002, sayfa 52-60